Gezdiğim, gördüğüm, kısa veya uzun bir süre bulunduğum mekanlar hakkında yazacağım bir "Gezdiklerim, Gördüklerim, Yaşadıklarım" köşesi oluşturmaya karar verdim. Bu köşenin ilk yazısı da çocukluğumun hatrı sayılır bir bölümünü geçirdiğim ve her Türkiye'ye gidişimde mutlaka uğradığım, benim için özel bir şehir olan Yalova hakkında olacak.
Önce bu şehir hakkında bir kaç ufak bilgi verelim. Yalova, Marmara Denizi'nin güney doğusunda, 170.000 nüfuslu bir şehrimiz. Merkezin dışında Altınova, Armutlu, Çınarcık, Çiftlikköy ve Termal olmak üzere 5 ilçesi var. Kocaeli ve Bursa ile komşudur. Atatürk'ün sevdiği, defalarca ziyaret ettiği, dinlendiği ve bir yandan da önemli devlet kararlarını aldığı bir yerleşim yeri olmuştur. Bu bilgilere ve daha fazlasına, http://www.yalova.org/ adresinden ulaşabilirsiniz. Yalova hakkında vereceğim bir bilgi daha var, o da şehir olmadan önce İstanbul'a bağlı oluşu ile ilgili. Uzunca bir süre merak etmiştim yanı başında Bursa dururken Yalova'yı İstanbul'un bir ilçesi yapmanın mantığını. Yukardaki siteye göre, Yalova'nin İstanbul'a bağlanma kararı bizzat Atatürk tarafından bütçe imkanları göz önünde bulundurularak alınmış. Ama, Murat Belge'nin "İstanbul Gezi Rehberi" isimli kitabina göre (ki çok güzel kitaptır, belki bir fırsatını bulduğumda sırf bu kitap üzerine bir yazı yazarım), eskiden memurların amirlerinden izin almadan şehir dışına çıkmaları yasak olduğu için memura "şehir dışına çıkmadan şehir dışına çıkma" imkanı verebilmek üzere böyle bir yapılandırılmaya gidilmiş ki çok daha mantıklı bir açıklama bence.
Yalova, benim için uzunca bir süre anneannem ve dedemin ikamet ettiği şehirden ibaret olarak kalmıştır. İlkokul başlarından ortaokul sonlarına kadar geçen dönemde sık sık anneannem ve dedemleri ziyaret amacıyla Yalova'ya gider, bir kaç gün ile bir kaç ay arasında değişen bir süre kaldıktan sonra İstanbul'a geri dönerdik. Genelde bu ziyaretleri annemle birlikte yapardık ama uzun tatillerde teyzem ve kuzenim de Adana'dan gelir, Yalova'da buluşurduk. Nadiren eniştem de teyzemlerle gelirdi; bir veya iki kere ise babamın bize katıldığını hatırlıyorum.
Yalova ile ilgili hatıralarım daha en başından Çiftlikköy ve Yalova Merkez olmak üzere ikiye ayrılır. Çiftlikköy, anneannemler hakkında hatırlayabildiğim en eski hatıralara ev sahipliği yapan Arhan Sitesi'ndeki yalı evini, dere kenarındaki müstakil bahçeli evi ve anneannem ile dedemin halen yaşamakta olduğu daireyi içinde barındırır. Annem de senenin büyük bir kısmında bu dairede anneannemler ile birlikte yaşar. Yalova Merkez'de ise anneannemlerin yalı evini sattıktan sonra aldıkları apartman dairesi ile dedemin eczanesi bulunur.
Dediğim gibi, anneannem ve dedem hakkındaki en eski hatıralarım, Çiftlikköy'deki yalı evinde geçer. Çiftlikköy sahilinden siteler istikametine doğru yürürken, Başkent sitesine varmaya az kala önünden geçilen binalardan biridir Arhan Sitesi. Gerçi sahilden sitelere giden yol çok sonradan yapıldı, eskiden eğer kumsaldan yürümek istemiyorsanız arka sokaklardan giderdiniz bu siteye. Site deyip duruyorum ama Arhan Sitesi bizim dairenin bulunduğu binaya ilaveten bir tane daha binadan oluşan ufak bir siteydi; Başkent gibi, Aydın gibi yüzlerce daireden oluşan siteler gelmesin akıllara. Apartmanın kapısından kumsala kadar bir 10 adım bile yoktur, deniz de kirli değildi o zamanlar. Daha ilkokula bile başlamamıştım sanırım ama burda bol bol denize girip kumsalda oynadığımı hatırlıyorum. Dedemlerinki, en üst katta bir daireydi. Gürültü olmadığı zaman arka planda dalga seslerini duyardınız. Denize bakan kocaman bir de balkonu vardı. Burdan balıkçıların denize açılıp akşamları sandallarını kıyıya çekmelerini seyrederdim. Bu balıkçılar sayesinde bol bol yeni tutulmuş balık yemişliğimiz vardır. Evin arka kısmında, benim yattığım odanın penceresinin önünde kocaman bir çınar ağacı vardı, çok severdim o ağacı. Bu pencereden sabahları dedemin arabasına binip işe gitmesini seyreder, akşamları da gene bu pencere önünde dönmesini beklerdim.
Bu evdeki hatıralarım arasında en kayda değer olan şüphesiz balkonda bulduğum boya badana malzemeleri ile balkonun duvarını boyamam ve sonrasında büyüklerden okkalı bir azar işitmemdir. Yaptıktan sonra açıklama olarak "Şeytana uydum..." demişim ve annemin söylediğine göre dedemden ilk ve tek dayağımı yemişim, ama ben dayak ile ilgili hiç bir şey hatırlamıyorum. Gerçi bu olay daha sonra aile meclisinde o kadar çok anlatılıp gülündü ki kendi hatırladıklarım ile başkalarının anlattıkları iç içe geçmiş vaziyette. Bir kere de ben burda kalırken deprem olduğunu hatırlıyorum. Anneannem veya teyzem "Zelzele! Zelzele!" diye bağırmıştı, ben de "Zelzele ne? Zelzele ne?" diye karşılık vermiştim sanırım, ama daha sonra avizenin bir o yana bir bu yana sallandığını görüp korkmuştum. Seneler sonra yaşanacak depremi düşününce o günkü korkumuz komik kalıyor. Bu evde geçen başka doğru dürüst hatıram yok. Daha sonradan dedemler anneannemin romatizmaları sebebi ile bu evden çıkmak zorunda kaldı. Uzunca bir müddet satılık olarak boş durdu bu ev sanırım, hatta evin boş durduğu dönemde gizlice bu eve gidip kuzenimle sigara içtiğimizi hatırlıyorum. Bu tarz yaramazlıklar bende bini bir para.
Yalova hatıralarımda Arhan Sitesi'ndeki evden sonra dere kenarındaki bahçeli tek katlı müstakil ev gelir. Dedemler bu bahçeli evi yalı evinden çıktıktan sonra mı almışlardı, yoksa her iki evi de aynı anda kullandıkları olmuş muydu tam hatırlayamıyorum. Bahçeli ev, yalı evine yürüyerek bir 5-10 dakika mesafelik bir uzaklıkta, deniz ile otoyolun aşağı yukarı ortasında bir hizada bulunur. Kiremit kaplı çatısı, asma yapraklarının gölgelediği bir verandası ve gene asma kaplı bir bahçe kapısı vardı. Bu verandanın keyfi bambaşkaydı, bir öğleden sonra dışarda sağnak yamur yağarken bu verandada oturup yamurun sesini dinlediğim ve toprağın kokusunu içime çektiğim bir günü hatırlıyorum, hatta bu sahne ile özdeşleştirmişim bu evi. Camlarının önü hırsız girmesine karşı beyaz boyalı demir parmaklıklarla korunmuştu. Bahçesinin yola bakan kısmında ufak bir çam ağacı, güller ve hanımelleri dikiliydi. Yoldan eve doğru bakınca evin sol kısmında kalan alan ise dedemin sebze bahçesi. Burda dedemin patlıcan, biber, domates, salatalık ve kabak gibi sebzeler yetiştirdiğini hatırlıyorum, hatta fasulye fideleri bile vardı sanırım. Dedem eczanesini kapattıktan sonra gelir, hava kararmadan sebzelerini sular ve bakımını budamasını yapardı. Bu bahçe hepimizin sebze ihtiyacını karşılayamazdı, hatta domates ve salatalık gibi çok giden sebzeler genellikle pazardan alınırdı ama arada sırada "dedemin domatesi" gelirdi sofraya. Eğer mesela domates bahçeden gelmişse anneannem sofrada mutlaka "Bunlar dedenizin domatesleri, sakın tabağınızda bırakmayın." diye uyarır, kuzenim ve ben de ayrı bir iştah ile yerdik bu domatesleri. Gerçi ben her seferinde bir şekilde diğer domateslerden farklı bir tat, bir üstünlük arardım dedemin domateslerinde ama bildiğimiz domatesti işte. Anneannemlerin evinde taze olmayan sebze meyve bulmak pek mümkün olmadığı için çok bir fark olmazdı. Şimdi o domateslerden bir tanesi için bile neler vermezdim.
Sebze bahçesinin en sonundaki köşede, dedemin bahçe aletlerini sakladığı, evden ayrı kendi başına ufak bir kömürlük vardı. Evin arka kısmında ise hem evin su ihtiyacının karşılandığı, hem de dedemin sulama suyunu çektiği bir kuyu bulunurdu. Evde suyun azaldığını hissedince bu kuyudan depoya su pompalayan motoru çalıştırır, deponun dolduğunu ise evin arka duvarından çıkan bir borudan su akmaya başlamasından anlardık. Annem tam bu taşma borusunun önüne bir kaç tane nane dikmişti, depo her dolduğunda taşan sular sayesinde bu naneler coştukça coştu ve bahçenin o bölgesini birer nane bahçesi haline getirdi. Ben şahsen hatırlamıyorum ama dedemin söylediğine göre bir de ceviz ağacımız varmış. Dedem bu evi satalı çok oldu ama o ağacın cevizini o kadar çok sever ki her sene evi sattığı adama gider, kendi diktiği ağacın cevizlerinden satın alır.
Evin içine girecek olursak, kapından içeri girince anneannemin annesinin kaldığı oda hemen sağda kalır. Anneannemin annesi, ki kuzenim ile ben nine derdik kendisine, oldukça uzun yaşadı ama maalesef yaşamının son seneleri bunama problemleri ile geçti. Ben ortaokula giderken falan rahmetli olmuştu sanırım. Ninemin odasını geçınce solda salon, sağda anneannemlerin yatak odaları vardır. Aynı koridordan devam edince en sonda solda banyo, sağda ise misafir yatak odası yer alır. Mutfak da salona açılır. Evin ısıtması salonda bulunan bir odun sobası ile sağlanırdı. Hayatımda soba ile münasebetimin olduğu tek ev de burasıdır, gerçi o sobanın yandığını çok nadir görmüşümdür. Orada anneannemler kaç kış geçirdi bilmiyorum ama Yalova'nın içindeki daire alındıktan sonra kış vakti bahçeli evde durmadılar pek.
Bu evde tipik bir gün nasıl geçerdi anlatayım. Eğer yatak odasında yatmışsam annem veya anneannem tarafından, salonda yatmışsam ise televizyonda haberler ve çay karıştırma sesleri tarafından uyandırılırım. Bazen bu seslere "Amanın yandı!" diye bir haykırış ve akabinde kızarmış ekmeğin bıçak ile yanmış kısımlarının kazınması sesi eklenir. Dedem eczanesini açmak için erken kalkmak zorundaydı, o yüzden de kahvaltı erken edilirdi. Uykuya doyamayan bir insan olduğum için herkes ile birlikte kahvaltı ettiğim çok azdır, bana daha sonra ayrı sofra kurmak zorunda kalırlardı. Kahvaltıdan sonra dedemin eczanesine gidilip gidilmeyeceğine karar verilir. Eğer eczaneye gidersek günün büyük kısmını eczanede geçiririz. Eczaneye gitmemişsek büyük ihtimalle denize gidilir, öğle yemeği vaktine kadar denizde kaldıktan sonra kurt gibi acıkmış bir vaziyette eve dönülür ve acele bir banyo aldıktan sonra hemen yemeğe oturulurdu. Öğleden sonramız genelde kitap okuyarak veya televizyon seyrederek geçerdi. Aralarda anneannem beni bakkala yoğurt, ekmek gibi ihtiyaçları satın almam için gönderirdi. O zamanlar öğle uykusu ve ikindi çayı gibi alışkanlıklarımız da vardı. Akşam olunca da dedem gelir ve hep beraber akşam yemeği yerdik. Yemekten sonra sofranın başından kalkarken dedem her seferinde "Emeği geçenlerin ellerine sağlık, yiyenlere afiyet olsun." derdi, hala da bu böyle. Anneannem ile dedem yattıktan sonra annem ile teyzem verandada kahve sigara keyfi yaparlardı. Sinek gelmesin diye ışık acılmaz, dedemler rahatsız olmasın diye de fısıltı ile konuşulurdu. Bu evde günlerimiz üç aşağı beş yukarı bu şekilde geçti. Bazı akşamlar yürüyüşe çıkıyoruz bahanesi ile hep beraber dondurma yemeye gider, bazı akşamlar da dedemle ben satranç oyununa otururduk. Dedem küçük yaştan bana satanç sevgisi aşılamak için çok uğraşmıştı ama o yaşta kafam kesinlikle basmazdı, dolayısıyla da pek bir zevk almazdım. Çok sonradan, üniversitenin ilk yıllarında sevmeye başladım satrancı. Şimdi kendi seviyemde bir rakip bulsam da oynasam diye can atıyorum.
Günlerden bir gün dedem "Gel sana bisiklet alalım" dedi. Gittik bisikletçiye, efendi bir kişiliğe sahip olduğum için BMX'lerin yüzüne bile bakmadım, çamurluklu ve arkasında eşya taşınabilen bisikletlerden istedim, o yaşta ne eşyası taşıyacaksam. Gönlümden geçen marka Beldesandı ama gittiğimiz bisikletçi "Bisan'ın nesi varmış?" diye sorunca verecek cevap bulamamıştım ve Bisan marka bir bisiklet ile evin yolunu tutmuştuk. Bisiklet alındıktan sonra tipik bir gün, yemek yemek ve uyumak dışında kalan zamanı bisiklet üstünde geçirebilecek şekilde yeniden yapılandı. Sabahtan akşama kadar bıkmadan usanmadan bisiklete binerdim.
Bu evde geçen bütün anılarım güzel anılar olacak diye bir şey yok, araba ile kaza yaptığımız gün de bu evde kalıyorduk. Nereye gidecektik net hatırlamıyorum, sanırım dedem bizi bir yerlerde alabalık yemeye götürüyordu. Otoyoldan Yalova'nın aksi istikametine doğru gitmekteydik, arabada dedemin kardeşi rahmetli Hacı Hala, teyzem veya annem, belki de ikisi birden; kuzenim ve ben varız, arabayı da dedem kullanıyor. Ellerimizde dondurmalarımız, güle oynaya gidiyoruz. Yola çıkalı çok olmamıştı, Başkent 3 sitesinin civarlarındaydık diye hatırlıyorum. Otoyolu kesen sokaklardan birinde bir araç, sola sinyal vererek bizim aksi istikametimize dönmek istediğini belirtiyor. Dedemin otoyolun ortasında durup adama yol verecek hali yok, devam ediyoruz doğal olarak. Öbür araç ise dedemi görmeyerek ve kornalarını duymayarak kendini önümüze atıyor ve burundan çarpışıyoruz. Çarpmanın etkisiyle bizim araba kendi etrafında dönerek bir de arka kısmını çarpıyor. Dondurmalarımız suratlarımıza yapışmış, şok olmuş bir vaziyette iniyoruz arabadan. Adam bize sebep olarak ne dese beğenirsiniz, görmemiş. Sadece kendi gideceği yönde akan tarafı kontrol etmiş, bizim geldiğimiz yöne hiç bakmamış. Neyse ki kaza sonucu kimsenin burnu bile kanamadı. Trafik polisinin raporuna göre dedem de sekizde bir veya iki hatalı bulundu, çok hızlı gidiyormuş. Saçmalığın daniskası, eğer arabayı dedem gibi temkinli bir sürücü yerine sürat meraklısı biri kullanıyor olsa o kazada mutlaka birileri yaralanırdı, hatta can kaybı bile olabilirdi. Eve dönerken anneanneme bir şey söylemeyelim diye anlaştık ama eve bir gelmişiz ki herkesin suratlar beş karış, anneannem hemen aldı lafı ağzımızdan. Sonuçta adam arabayı tamir ettirdi ettrimesine ama olan bizim alabalıklara oldu.
Bu ev ile ilgli anlatacağım son olay, gene aile meclisinde sürekli anlatılıp gülünen başka bir yaramazlığım. Kaç yaşındayım hatırlamıyorum ama herhalde daha ilkokula falan gitmekteyim. Anneannemin misafirleri gelmiş, evin salonunda ev sahipleriyle beraber rahat bir 10 kişi falan var. Ben de her zamanki gibi ayak altında dolaşıp anneannemlerin işini zorlaştırma vazifemi yerine getirmekteyim. Derken annemler bir bakıyor ki ben ortalarda yokum. Evin her tarafına bakmışlar ama beni bulamamışlar. Tam bu sırada misafirlerden biri pencerenin dışında bir ipe bağlı bir şekilde bir o yana bir bu yana sallanmakta olan bir ayakkabı görmüş. Sonuçta ev tek katlı, ayakkabıyı üst katta oturan birinin sallama ihtimali yok, gerçi öyle olsa bile garip bir manzara. Kadıncağızın o an aklından geçenleri çok merak ediyorum açıkçası. Annem veya teyzem bahçeye çıkıp söz konusu pencerenin önüne geldiğinde çatıda beni sırıtarak ayakkabıya bağladığım ipi sallarken bulmuş. Çatıya çıkıp oynadığımı çok hatırlıyorum ama açıkçası misafirler varken çatıdan ayakkabı salladığımı hiç hatırlamıyorum. Yine de, o zamanki eğlence kavramımı düşününce kesinlikle benden beklenmeyecek bir hareket değil bu.

Sırada, Yalova'nin içindeki apartman dairesi var. Bu daire tam olarak ne zaman alınmıştı hatırlamıyorum ama yalı evi satıldıktan sonra alındığına emin gibiyim. Bahçeli ev ile aynı dönem kullanıldığı olmuştur, yukarda da dediğim gibi, dedemler kışlarını bu evde, yazlarını bahçeli evde geçirirlerdi. Bu daire dedemin eczanesine yürüyerek bir 5 dakika falan mesafedeydi. Dört veya beş katlı bir binanın en üst katında, kat kaloriferli üç oda bir salondan oluşan bir daireydi. Odaların biri anneannemlerin yatak odası, biri ninemin yatak odası ve son kalan oda da televizyonun bulunduğu oturma odasıydı. Anneannemlerin sisteminde salon misafir geldiği zamanlar hariç hiç kullanılmaz veya çok az kullanılır, bütün vakit salonun yarısından bile küçük olan oturma odasında geçirilir. Böylece sürpriz gelen bir misafirin evi dağınık bulma ihtimali ortadan kalkar, salon kullanılmadığı için her zaman düzenli durur (tabii ben devreye girip dağıtmadıysam). Salonu bu şekilde kullanmanın ve evin kat kaloriferi ile ısıtılmasının getirdiği bir avantaj da salonun kaloriferlerini söndürerek ısınma masraflarından tasarruf etme olanağınızın bulunmasındadır.
Bu evde de bahçeli evdeki kadar olmasa da bir sürü hatıram vardır. En net hatıralarım şüphesiz evin civarlarındaki atari salonlarında yaşanmıştır. Küçükken atari salonlarına gitmeye bayılırdım. Hayatım boyunca o bir sürü abuk subuk tipin bulunduğu atari salonlarında eğlendiğim kadar eğlendiğim çok nadirdir. O zamanlar oyun oynayacak bilgisayarımızın olmayışından mı, o yaşın getirdiği bir şey mi yoksa o abuk sabuk tipler yüzünden mi bu kadar zevkliydi kim bilir. Bırak beni atari salonuna git; üç gün sonra gel, hala hevesimde bir azalma olacağını zannetmiyorum. İşte Yalova'nın içindeki dairenin tam karşısında bir tane atari salonu vardı. Bu hemen karşıdaki atari salonu yetmezmiş gibi yürünecek mesafede de bir sürü atarici vardı. Bayram harçlıklarını götürüp atari salonunda yediğim çok olmuştur. Bir kere de maalesef yukarda bahsettiğim tiplerden biri cüzdanımı çalmıştı. Fark etmiştim aslında, çünkü ilk denemede cüzdanı düşürmüştü ve "Abi cüzdanın düşmüş" diye yerden alıp vermişti. Ama sonra oynadığım oyuna nasıl bir kaptırdıysam kendimi, ikinci denemede cüzdanı alıp götürmüş eşekoğlueşek. İçinde de haftalardır biriktirmekte olduğum dolarlarım vardı, o yaşta bir çocuğun cüzdanından çalabileceği en fazla parayı çaldı herif yani.
Dediğim gibi, bu evde hatıralarım sınırlı. Başka aklıma gelen tek hatıra, bu atari salonları falan daha açılmadan çok önce dedemin evin zemin katındaki elektrik elektronik dükkanından televizyona bağlanan atarilerden alması ve kuzenimle uzun uzun oynamamız. Ama tabii, atari salonları ile karşılaştırınca çok çok ilkel kalan oyunlardı bunlar, yine de çok zevkli olurdu.
Çok fazla hatıram olmamasına rağmen Yalova'nın içindeki bu daireyi çok severdim. Çok huzurlu bir evdi çünkü. Bir de nedense bu evde canım daha az sıkılırdı. Eve yakın bir sürü cami olduğu için ezan vakti geldiğinde dört bir yandan ezan sesi duyardınız, ordaki müezzinler de iyi okurlardı ezanı. Ne zaman iyi okunan bir ezan duysam, bu ev ve bu evde geçirdiğim günler gelir aklıma.
Yalova'yı anlatatacağım diye başladım ama çocukluk hatrılarımı anlatıyorum. Olsun, başlamışken devam edeyim, zaten bu şehrin benim için önemini bu hatıraları dinlemeden anlamak zor.
Yalova'da geçirdiğim günlerden bahsedip de dedemin eczanesinden bahsetmemek olmaz. Eczane, Yalova'nın içinde eskiden pazar kurulan, simdi ise belediye binası veya ona benzer bir devlet binası ile bir çay bahçesinin bulunduğu parka bakardı. İsmini de burada kurulan pazardan alırdı, Pazar Eczanesi. Burda dedeme (güya) yardım etmeyi çok severdim, bazen kasa başında fiş keser, bazen de müşterilerin ilaçlarını paketlerdim. Tabii burdaki esas etkinliğim müşteri olmadığı zaman yaptığım yaramazlıklardı. O zamanlar işim gücüm zarar ziyan. Sürekli bir şeyleri kurcalar bir şeyleri dağıtırdım. Bu dönemde yaptığım ve hala anlatılan bir yaramazlığım dedemin gazyağını bir bidondan başka bir bidona transfer etmek için kullandığı el pompasını bozmam. Annemin söylediğine göre dedem o pompanın yenisini almak istemiş ama hiç bir yerde bulamamış ve sonradan çok zorluk çekmiş. O pompayı ve o pompayla oynadığımı hatırlıyorum ama açıkçası bozduğumu hiç hatırlamıyorum. Kendiliğinden bozulmuş veya dükkanda çalışanlar tarafından bozulup suç benim üstüme bırakılmış olabilir, bozsam hatırlardım gibi geliyor çünkü. Farkında olmadan bozmuş da olabilirim, öyle olduğundan emin olsam büyük vicdan azabı duyardım ama artık bunu kesin olarak bilmenin pek imkanı yok. Bir keresinde de eczanedeki buzdolabının buzluk bölümünde biriken buzları temizleyeceğim derken buzluğu delip gazını kaçırmıştım, onu çok net hatırlıyorum mesela. Ama esas zarar ziyan ufak şeyleri toplayınca ortaya çıkar herhalde. Mesela gidip gelip damacanalardan elime kolonya döker, canım sıkıldıkça öksürük pastillerinden açar yerdim. Bu kadar zarar ziyana ramen dedem beni eczanede istemediği yönünde ne bir söz söyledi ne de böyle bir davranışta bulundu, peygamber sabrı varmış kendisinde.
Eczaneye gitmek benim için Çiftlikköy'de veya Yalova'da kalmaya göre değişen bir deneyimdi. Eğer Yalova'da kalıyorsak canım sıkıldıkça eczaneye gidip gelebilirdim ama Çiftlikköy'deysek minibüse falan binmek gerekiyordu. Gerçi daha sonra bisikletle hatta yürüyerek Çiftlikköy'den eczaneye gittiğim de oldu, hele şimdi sahil kenarına bir yol yaptılar ki bir daha hayatta binmem minibüse. Daha önce de söylediğim gibi, o kadar yolu gidince günün büyük bir kısmını eczanede geçirirdik. Bazen sıkıldığım olurdu ama işin hoşuma giden tarafı, ev çok yakın olmadığı için öğle yemeklerini dışarıda yerdik ve yediğimiz de genelde o zamanlar tartışmasız en sevdiğim yemek olan iskender olurdu. Yalova'da kaldığımızda mesela eve giderdim oğle yemekleri için, ama dedem bazen yine de bir kıyak geçer, iskenderciye gönderirdi beni. Akşam olunca da dedem yazar kasasından gün sonu raporunu alır, o gece nöbet tutacak eczanelerin listesini vitrinine astıktan sonra dükkanını kapatıp evin yolunu tutardı.
Eczane depreme kadar açık kaldı ama depremde maalesef dolapların camları kırılıp pek çok ilaç yerlere saçılmış. Yine de şöyle bir düşününce biz bayağı şanlsı ailelerdeniz sanırım. Neyse ki ne anneanneme ne de dedeme depremde hiç bir şeycik olmadı, eczanede bir kaç kırık dolap ve evlerinde bir kaç ufak çatlak yıkılan evlerin ve kaybolan canların yanında lafı bile edilmeyecek bir zarar. Yine de Erzincan'da o büyük depremleri yaşamış bir ailenin gelip Yalova'da depreme yakalanması şanssızlık değilse nedir. Depremden sonra dedem eczaneyi devretti ve anneannemle İstanbul'a taşındılar.
Anneannem ve dedem, şu an Çiftlikköy'de eski bahçeli evin bulunduğu sokağın sonunda, dereye bakan bir apartman dairesinde kalıyorlar. Çoğunlukla annem de orda kalsa da sık sık İstanbul'a gidip geliyor. Bahçeli ev, yalı evi kadar olmasa da gene çok rutubetli olduğu için anneannemin romatizmalarını kötü yapmış, dolayısıyla orayı satıp bu daireyi almışlar. Deprem olduğunda da burdalardı. Depremden sonra İstanbul'a taşınıp bir 2-3 sene İstanbul'da kaldılar, ama sonra buraya geri döndüler. Bu daire, şu ana kadar anlattığım evler içinde benim için en az anlam ifade edeni. Kötü bir daire olduğu söylenemez, üç oda bir salon ve panjurlu çok ferah bir balkonu var. Aslında üç tane balkon var ama diğer iki balkon daha çok çamaşır asmaya ve eşya depolamaya yarıyor. Niye bu daireyi anneannemlerin Yalova'daki diğer evleri sevdiğim kadar sevmiyorum, emin değilim. Diğer evlere kıyasla bu evde çok az vakit geçirdiğim için olabilir, belki sadece zamana ihtiyacım var. Daha kuvvetli bir ihtimal ise şöyle: Anneannemler diğer evlerinde oturduğu vakitler zaten küçüktüm, hayatımda doğru dürüst bir derdim tasam yoktu. Tek sorumluluğum okul ile ilgiliydi ki eğer anneannemleri ziyarete gelmişsem bu da okulun tatil olduğu anlamına gelmekteydi, dolayısıyla anneannemlerin eski evlerinde dertli bir gün geçirmiş değilim sanırım. Şimdi bu eve gittiğimde ise aklımda bin bir türlü dert oluyor; derslerim, Türkiye'de halletmem gereken işler, görmem gereken insanlar. Sebebi büyük ihtimalle budur. Bu yeni evin tek sevdiğim yanı, salon ve mutfağa açılan geniş balkonu. Yazları bu balkonda kahvaltı yapmak ve akşamları burdaki koltuklara kurulup kitap okuması çok zevkli oluyor. Bir de balkonun hemen karşısında top sahasından gelen gürültüler olmasa...
Yalova'da ailecek sevdiğimiz bir Pazar aktivitesi Termal'e gitmektir. Her Termal'e gidişte içimi ayrı bir huzur kaplar, ağaçların ve akan suların arasında dolaşmak ruhumu dinlendirir. Kimi zaman suyu şifalı banyolarında bir banyo, kimi zaman havuzuna girmek, kimi zaman ise sadece bu yemyeşil cennet bahçesinde dolaşıp asırlık bir çınarın gölgesinde bir çay içmek amacı ile gideriz Termal'e. Burada yüzlerce değişik ağaç türünü görmek mümkundur. Sanırım burda faaliyet gösteren bazı banyolar ve otele ilave olarak bu çeşit çeşit ağaçların ana vatanlarından getirtilip buraya dikilmesini de bizzat Atatürk'ün çabalarına borçluyuz. Ayrıca Termal'e giden çınarlı yolu da Atatürk yaptırmıştır. İlk yapıldığı zamanlar insanlar Atatürk'ün niye o kadar geniş bir yol istediğini anlayamamışlar. Halbuki, şu zamanda yaşayan bir insanın gözüyle o yol çok geniş değil, gidiş dönüş iki şerit.
Hatta yakın zamanda bu yolu genişletmek zorunda kaldılar. Bu da Atatürk'ün ileri görüşlülüğüne bir başka örnek. O yolun genişletilmeden önceki halini çok severdim, çınar ağaçlarının arasından geçer giderdiniz. Şimdi sadece dönüşte çınar ağaçları kaplıyor etrafınızı, ama hiç yoktan iyidir. Termal, Yalova'da gezilip görülecek yerlerin başında gelir, hatta anneanneme göre "Başka neresi var ki?".
Kısmet bu ya, hayat bana Yalovalı bir de kız arkadaş verdi. Yalova'da tanıştığımızı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz, İstanbul'da hiç alakasız bir şekilde bir konserde tanışmıştık. Yalovalı olduğunu sonradan öğrendiğimde şaşırmıştım. Daha liseden yeni mezun olmuş, Boğaziçi'nde hazırlık okuyan bir kızcağız. Beraber Yalova'ya gelmiştik bir kaç kere. Evleri Yalova'nın içindeydi, dedemin eczanesinden Çiftlikköy'ün aksi istikametine doğru. Sayesinde şehrin pek az gördüğüm bu taraflarını da gezme imkanı buldum. Yazın bu sahil yolu cıvıl cıvıl oluyor, insanlar deniz kerarında yürüyüş yapıp, kafelerde çay bahçelerinde keyiflerine bakıyorlar. En sevdiği dondurmacıya gittik, gerçekten de güzel bir dondurma yedik; hem de İstanbul'un yarı, belki de üçte biri fiyatına. Bir gece sahilde arkadaşları ile beraber mehtaba karşı içmiş, bir keresinde de Termal'e gitmiştik. O zaman fark ettim ki aynı mekanlar farklı insanlarla beraber gidince farklı oluyor. Termal mesela, anneannemlerle kaç kere gitmişizdir, ama kız arkadaş ile gidince farklı gelmişti. Anneannemlerle daha iyi veya kız arkadaşım ile daha iyiydi diye bir şey yok, sadece farklıydı. Bu kişi ile ilişkimiz toplamda dört ay falan sürdü, sonra da ben Amerika'ya yerleşince ayrılmak zorunda kaldık. Şimdi benim için bir kaç fotoğraf ve aklımın bir köşesindeki hatıralardan ibaret.
Anlatabileceğim daha bir sürü olay, bir sürü hatıra var Yalova'da geçen ama bu kadarı yeterli herhalde. Facebook'ta Yalova sahil siteleri ile ilgili gruplar oluşturmuşlar, ara sıra bu gruplara girip bakıyorum. Diğer insanlar neler yaşamış, okuyorum. Okudukça da imreniyorum, benim Yalova'da hiç arkadaşım olmamıştı doğru dürüst. Belki o arkadaş gruplarından bir kişi ile tanışsam o kişi beni bir sürü arkadaşı ile tanıştıracak, bir sürü arkadaş edinecektim. O zaman çok farklı hatıralarım olurdu herhalde. Ne yapalım, benim hatıralarım da güzel, yanlız ama güzel hatıralar.
Yazıma Yalova ve Çiftlikköy'ün son halini anlatarak son vermeyi uygun gördüm. Hem Yalova, hem de Çiftlikköy çocukluk hatıralarımdakine göre çok değişti. İstanbul ile feribot seferleri başladı; deniz otobüsü ile beraber eski tip nostaljik vapurların papucunu dama attılar. Depremden sonra nüfus azalacağına konut fiyatlarının düşmesi ile nüfus patlaması yaşandı. Şehrin çehresi de oldukça değişti doğal olarak, eskilerden konuştuğum kimse bu yeni insan profilinden memnun değil. İstanbul'daki alışveriş merkezi furyasından Yalova'da nasibini aldı; önce şehrin merkezine Migros ve benzeri büyük süpermarketler, sonra da Çiftlikköye kocaman bir Özdilek Alışverış Merkezi açıldı. Böylece anneannemlerin evine yürüyerek dakikalar mesafesinde sinemalarımız olmuş oldu, ama Çiftlikköy'ün ruhuna uygun değil bence. Yukarlarda bir yerlerde de dediğim gibi Çiftlikköy plajından başlayıp taa Yasama Sitesi'nin oralara kadar giden bir sahil yolu yaptılar. Gittiğimde dedemle bu sahilde yürüyüş yapıp, güneşin batışını izliyoruz bazen. Anneannem ile dedem ise hala eski usul yuvarlanıp gidiyorlar. Bahsettiğim alışveriş merkezine yakın Hinkal Mantı diye bir mantıcı keşfettiler, oraya gidiyorlar sık sık. Ben geldiğimde de beraber gidiyoruz, mantılarını ve aşurelerini çok seviyorum. Bir de gene Çiftlikköy'ün içinde daimi pazarın girişinde bir balık lokantası var sevdikleri, ama esnaf lokantası tipinde. En son gittiğimde de oraya götürdüler.
İşte benim hatıralarımdaki Yalova ve Çiftlikköy böyle. Buradaki işlerim yüzünden daha uzunca bir süre Türkiye'ye gidebilecekmişim gibi görünmüyor. Bakalım bir daha ne zaman yolum düşecek Yalova'ya. Neler değişecek neler aynı kalacak kim bilir, bekleyip göreceğiz. Bir sonraki yazıya kadar hoşçakalın.
yalova hakkında yazdıklarınızı tamamen bir tesadüf eseri rastladım.çok beğenerek ve büyük bir haz olarak okudum.anlattığınız yerleri bildiğim için yazınız benide çocukluğuma götürdü.o kadar güzel anlatmışsınız ki,okurken yüzümde tebessüm eksik olmadı.size teşekkür ederim.hayatınızın hep o güzel çocukluk yılları gibi anlamlı ve dolu geçmesini dilerim.
YanıtlaSilYaziyi begendiginize sevindim. Bu yaziyi o gunlere bir yolculuk yapmak icin yazmistim, size de guzel hatiralarinizi tekrar yasatmissa ne mutlu bana. Guzel dilekleriniz icin de tesekkur ederim, hoscakalin.
YanıtlaSilYalova Ciftlikkoy sanirim yeni kopruden sonra en cok prim yapan bolgeler arasinda.İstanbul ve Ankaralinin yeni Bodrumu eglence merkezi haline geldi.Konusu gecen yerler Baskent 3 sitesi civari cok degerli bolgeler arasinda.Hikayeniz cok super okumasi eglenceliydi ama yatirim acisindan baktimi keske satilan yerler dursaymis... Sevgiler
YanıtlaSil