"Gezdiklerim, Gördüklerim, Yaşadıklarım" köşesinin ikinci yazısı ile karşınızdayım. İlk yazı hatırlarsanız anneannem ve dedemin yaşadığı şehir olan Yalova hakkında olmuştu. Dolayısı ile ikinci yazı için en uygun seçenek babaanemin, rahmetli dedemin ve baba tarafından akrabaların büyük çoğunluğunun memleketi olan Antalya, ve onun ilçeleri Elmali ve Finike. Coğrafi uzaklık sebebiyle Yalova kadar sık ziyaret etme imkanı bulamamış olsak da bana en az Yalova kadar büyük anlam ifade eden mekanlar arasındadır bu üç yerleşke. Benim açımdan babamın Finike'ye taşınmasından öncesi ve sonrası olmak üzere iki ayrı dönemde incelemek mümkündür. Çocukluk ve ergenlik dönemime denk gelen ilk dönem daha çok tatillerde ailecek yaptığımız ziyaretler, üniversite sonu ve sonrasını kapsayan ikinci dönem ise genelde benim babamı ziyaret etmelerim şeklinde gerçekleşmiştir. Acısıyla tatlısıyla pek çok hatıram vardır bu mekanlarda yaşanmış.
Öncelikle, bu mekanlar hakkında bir kaç genel bilgi. Antalya, turizm sayesinde Türkiye içinde oldukça iyi bilinen bir şehrimiz; o yüzden Antalya ile ilgili ilave bilgi vermeyi gerekli görmeyerek Elmalı'ya geçiyorum. Elmalı, Antalya'nın batı kısmında, 16 000 nüfuslu bir ilçe. "Elmalı" ismi doğal olarak bölgede yoğun bir elma üretimi olduğu izlenimini bırakıyor, ama babaannemin söylediğine göre bu isim "el malı", yanı yabancının malı lafından geliyormuş. Bu daha çok yerel söylentilere dayanıyor, ismin tarih içinde nasıl değiştiği hakkında çeşitli kaynaklarda detaylı bilgiler bulmak mümkün. Öte yandan, ilçe genelinde pek çok tarlada ve bahçede yetişen elmalar sayesinde bu isim havada kalmıyor, Elmalı gerçekten de elmalı. Bölge ile alakası olmayanlar, büyük ihtimalle ismini Elmalılı Hamdi Yazır sayesinde duymuştur. Deniz seviyesinden 11 000 metre yüksekte yer aldığı için sıcaklık ortalamaları her daim Antalya'nın merkezinden düşüktür, dolayısıyla yazın nüfusu Antalya'nın sıcağından kaçanlar sayesinde kışa göre iki kata kadar artar. Zengin bir tarihi vardır, Selçuklu ve Osmanlı döneminden kalma eserlere sahiptir. Bölgede milattan önce 3000'lere ait arkeolojik eserler bulunmuştur, hatta kimi kaynaklara göre yerleşim 10 000 sene öncesine kadar gitmektedir. Her ne kadar ülke genelinde pek bilinmese de, her sene düzenlenen Tarihi Elmalı Yeşilyayla Güreşleri, Kırkpınar Güreşleri’nden daha eskidir. Tahin helvası ve bakır işlemeciliği de bölge çapında meşhurdur, bir de keçi sütünden yapılmış hafif yanık bir tadı olan, gittiğimde kesinlikle yemeden dönmediğim dondurması. Dondurma gerçi Elmalı'dan çok bölge geneline, hatta Korkuteli'ne mal edilir; ama benim için o dondurma Elmalı dondurmasıdır.
Finike ise gene şehrin batısında ama sahilde yer alır, nüfusu 10 000 civarlarındadır. Finike ülke çapında portakalı ile birlikte anılır, adını duyan büyük ihtimalle bu sayede duymuştur. Finikeliler de açıkçası pek rahatsız değildir portakal ile özdeşleştirilmekten. Belediye amblemi olsun, şehrin ortasına diktikleri heykeller olsun; her fırsatta meşhur portakallarını bağırlarına basar, ona sahip çıkarlar. Zaten açıkçası Finike için "Portakal ile tanınıyor ama buraya mahsus en az portakal kadar güzel bir diğer ürün de şudur" diyebileceğimiz başka bir ürün olduğunu sanmıyorum. Turistik açıdan büyük potansiyele sahip bir bölge olmasına rağmen doğru dürüst ne bir tesis var, ne de tanıtım yapılıyor; girişimcilik eksikliğinden mi, yoksa insanların mevcut düzeni korumak istemelerinden mi bilinmez. Bu konuda sayabileceğimiz az sayıda oluşumdan ilki 1997 yılında yenilenmiş marinası. Bir veya en fazla iki tane de büyük ölçekli turistik otel bulmak mümkün, turizm adına başka da bir şey yok. Nüfusun küçümsenemeyecek bir kısmı emekliliklerini geçirmek için buraya yerleşmiş kişilerden oluşuyor, hatta rahmetli olana kadar babam da bu gruba dahildi. Bunun sonucu olarak genç kesime yönelik gece hayatı veya buna benzer aktiviteler bulmak pek mümkün olmuyor. Yine de, buranın doğal güzelliği her yaştan insana yeter de artar bile. 10-15 dakika araba yolculuğu mesafesinde halk plajları var; hatta eğer denk getirebilirseniz, tek ailelik bir sürü de küçük koy var denize girilebilen. Tek ailelik olmalarının sebebi milletin o kadar küçük koyda burnunuzun dibine girmek istememesine ilave olarak ilk aile arabasını park ettikten sonra diğerlerine park yeri kalmaması. Bize denk geldiğini hiç hatırlamıyorum ama bu koylarda kendi başlarına, rahat rahat güneşlenip denize giren pek çok aile gördüm.
Ailemizin Antalya'ya gidip gelmesi benim bebekliğime, hatta ben doğmadan öncesine kadar gider, ilk ziyaretlerimizi hatırlamam bu yüzden pek mümkün değildir. Hatırladıklarım ise genelde uzun ve yorucu bir araba yolculuğu ile başlar. Bir kere Antalya'ya uçak ile gidişimiz (ki yaptığım ilk uçak yolculuğudur), bir iki kere de annemle birlikte dönüşte otobüse binmemiz hariç İstanbul-Antalya arası yolculuklarımız hep araba ile olmuştur. Babam geçe yolculuğu yapmayı sevdiği için genelde akşam vakti veya gece geç yola çıkar, sabaha karşı veya öğleden önce Antalya'ya varırdık. Yola çıkacağımız saate göre günümüz veya bir önceki gecemiz bavul toplama, yolluk yiyecek ve içecek hazırlama, yolda dinleyeceğimiz kasetleri seçme ve bunun gibi hazırlıklar ile geçerdi. Annem yol için nefis börekler ve kekler yapardı, içecek olarak da kola veya meyve suyu alınırdı. Eğer sabah erken yola çıkmaya karar vermişsek, yatmadan önce bavulları arabaya yerleştirirdik ki uyanınca vakit kaybetmeden yola çıkabilelim. O zamanlardan bu zamana yollarda ne gibi değişiklikler oldu bilmiyorum ama yanlış hatırlamıyorsam eskiden Antalya-İstanbul arasını 12-14 saatten kısa bir sürede gidemezdiniz. Dolayısıyla, ilkokul çağı veya öncesinde bir çocuk olan benim için bu uzun yolculuk dayanılmaz bir hal alırdı. O yaşta ne bir "walkman" veya başka bir çeşit portatif müzik çalar sahibiyim (ki sahip olsam bile daha şimdiki gibi saatlerce oturup sıkılmadan müzik dinleyecebileceğim düzgün bir müzik zevkim oluşmamış), ne de bilgisayar gibi oyun oynayıp vakit geçirebileceğim aletler var. Aşırı yol tutması sebebiyle kitap da okuyamadığım için oturup sağa sola bakmak dışında yapabileceğim hiç bir şey yok, o da benim yaşımda bir çocuğu en fazla 1-2 saat oyalar. Bir tek molalarda keyfim yerine gelirdi, dolayısıyla babama ve anneme sürekli mola vermeleri için baskı yapardım ama babam varılacak yere bir an önce varmak istediği için molaları en aza indirmeye çalışırdı. Çağrem olmadığı için her seferinde dayanır, bir şekilde yolun sonunu getirirdim; tabii o arada anne ve babamın başını şişirmeyi de ihmal etmezdim.
Bu şehirlerarası yolculuk sırasında verilen molalar oldukça ilginç bir deneyim olmuştur benim için, özellikle de gece yolculuğu sırasında verilenler. Sadece araba ile yapılan yolculuklarda değil, otobüs yolculuklarında da aynı deneyimi yaşarsınız. Saatlerdir bulunduğunuz daracık araba veya otobüs ortamından yarım saat için bile olsa bir kaçıştır bu molalar. O yarım saat içinde bir şeyler yenir, tuvalete gidilir, sıcak bir çay içilir, yürüyerek bacaklardaki kan dolaşımı arttırılır, yol için ilave yiyeyecek ve içecek satın alınır; kısacası çok işe yarar bu molalar. Eğer gece vakti ise mistik bir ortamı vardır şehirler arası mola yerlerinin; insanların gözleri uykuludur ve herkes fısıldayarak konuşur, çay karıştırma sesleri ve yoldan geçen araçların gürültüleri dışında bir ses duyulmaz, bir tek arada otobüs yolcuları için yapılan sinir bozucu anonslar bozar sessizliği. Pek çok ilginç tip görürsünüz bu molalarda; bizim gibi tatile veya akraba ziyaretine giden çocuklu aileler, gençler, yaşlılar, çiftler, tek başına seyahat eden insanlar, grup halinde seyahat eden insanlar, kamyoncular, otobüs şöför ve muavinleri ve saymakla sonu gelmeyecek çeşit çeşit insan. Bu molaların bir diğer sevdiğim tarafı da çeşitli yörelerin meşhur olmuş tatlarını ve ürünlerini yolunuzdan sapmadan satın alma olanağı sunması. Mesela Antalya-İstanbul arasında Afyon'da mola yerleri vardır; burdan geçerken sucuk, kaymak ve lokum almayı pek ihmal etmeyiz. Pratik günümüzdeysek eğer, kaymaklı lokum alarak bir taşla iki kuş vururuz. Ayrıca sucuklu tost ile kaymaklı ekmek kadayıfı yemek gerekir Afyon'da mola vermişken. Ege bölgesinde yapılan seyahatlerde yolda zeytinyağı almak mümkündür, Manisa'dan geçerken de mesir macunu. Bir te tabii Susurluk'da ayran içilir. Şu ana kadar bahsettiklerim daha çok eski tip "Dinlenme Tesisleri" adı ile geçen otobüs mola yerleri için geçerli; şimdi yavaş yavaş Starbucks'lı, “Outlet Mall” 'lu, alışveriş merkezi ayarında mola yerleri moda olmaya başlıyor. Zaman değiştikçe, insanların seyahat alışkanlıkları değiştikçe bu tesisler de ayak uydurmaya çalışıyorlar. Eskiden uçak lüks işiydi, çoğunluk otobüs ile seyahat etmeyi tercih ederdi; dolayısıyla bu mola yerleri otobüslere hizmet verirdi. Şimdi otobüs ile seyahat edenler azalınca geriye kendi arabaları ile seyahat edenler kalıyor, bu sebeple mola yerleri de bu muşteri tipine göre kendilerini yeniden yapılandırıyorlar. Ne yalan söyleyeyim, eğer arabayı ben kullanıyorsam ve Starbucks yazısını görürsem durup bir kahve almadan edemiyorum; uzun yolda çok iyi geliyor kahve. Ama eskiden ne Starbucks vardı, ne de ben araba kullanıyordum.
Seyahatimiz genelde babaannemlerin Antalya'daki evinde sona ererdi. Babaannem ve dedem, daha önce bahsettiğim yazı Elmalı'da geçirip kışın Antalya'ya dönen topluluğa dahildir; gerçi global ısınma yüzünden mi bilinmez, artık Elmalı da yazın dayanılmayacak kadar sıcak oluyor. Bu yüzden şu an babaannem yazları Elmalı'ya taşınıyorsa sıcaklıktan çok alışkanlıktan dolayı yapıyor bunu. Hatta babam rahmetli olmadan önceki yazlardan birinde o kadar sıcak oldu ki, babaannem Antalya'da klimali evi bırakıp Elmalı'ya geldiğine pişman oldu ve Elmalı'daki evine de bir klima almak zorunda kaldı. Sonuçta babaannemlerin yazları hep Elmalı'da geçmiştir, ama bizim geleceğimiz zamanlar ya Elmalı'ya taşınma işini biraz ertelerler, ya da dedemle birlikte bizim geleceğimiz gün Elmalı'dan kısa bir süreliğine Antalya'ya dönerlerdi. Finike'ye her ziyarette uğramazdık, ama Elmalı'ya mutlaka gidilirdi. Tabii ki biraz da Antalya'da vakit geçirirdik. Antalya'da bulunduğumuz zamanlarda Aspendos Antik Tiyatrosu ve civarındaki tarihi kalıntıları gezmek, Antalya Müzesi'ni gezmek; Düden, Manavgat, Kurşunlu ve Karpuzkaldıran şelalerine gitmek, Kaleiçi'nde dolaşmak gibi aktivitelerde bulunurduk. Yeri gelmişken Kaleiçi hakkında bir kaç şey söyleyeyim. Eskiden, küçüklüğümden hatırladığım bu Kaleiçi denen mekanda her daim bir insan seli olurdu, iğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalıktı. Kimileri hediyelik eşya satan dükkanları gezer, kimileri etrafına bakınıp kaleyi ve civarındaki tarihi kalıntıları inceler, kimileri ise sadece dolanıp dururdu bu mekanda.
Daha sonra, seneler sonra gittiğimde ise bu canlılıktan ve kalabalıktan eser bulamadım. Sokaklar o döneme kıyasla tenhalaşmış ve dükkan sahipleri dışında tek tük insan görür olmuşsunuz. Bu konuda gazetenin birinde bir yazı okuduğumuştum ama sorun neydi tam olarak hatırlayamıyorum. Yanlış yönetim, tinerciler ve suç oranı, her şey dahil oteller ve esnafın açgözlülüğü gibi sebepler gösteriliyor bu mekanın o hale gelmesinde; gerçek sebebin hangisi veya hangileri olduğu konusunda bir fikrim yok. Şu an durum nedir onu da bilmiyorum, umarım eski canlılığına kavuşmuştur Kaleiçi. Bizim ziyaretlerimize dönecek olursak, Antalya'da günlerimiz genel hatlarıyla bu şekilde geçerdi. Kemer, Alanya, Lara gibi civar semtlere gezmeye gittiğimizi de hatırlarım. Eve döndüğümüzde ise akşam serinliğinde yürüyüşlere çıkar, bol bol da akraba ziyaretine giderdik.
Antalya'daki evde çocukluğumdan kalma hatıralarımdan bahsedeyim biraz da. İlk aklıma gelen bu evdeki içi su dolu, halkaları askıya geçirme oyuncağı. Bu oyuncağın resimlerini bulmam biraz zor oldu ama sonunda başardım, "Waterful" diye geçiyormuş ismi. Çok severdim bu oyuncağı, her gittiğimde oturup uzun uzun oynardım. Şimdi olsa belki şimdi de oynarım. Oynamak için üst taraftaki açıklıktan su doldururmak gerekir. Alttaki beyaz düğme ise aslında küçük bir pompadır, suyun içinde bir akım yaratarak halkaları harekete geçirmeye yarar. Şimdi düşündükçe bu kadar basit bir mekanizma ile bu kadar eğlenceli bir oyuncak ortaya çıkaran tasarımcıya hayran kalıyorum. Bunun dışında bu evde video kaset izleyerek çok vakit geçirmişimdir. O sıralar kiralık video kaset furyasının revaçta olduğu sıralar, ama bu evde sadece bir kere kaset kiraladığımızı hatırlıyorum. Genelde videoda TRT'den kaydettiğim Zeki ile Metin'in "Aslan Bacanak" isimli filmini izlerdim. Bıkmadan usanmadan, defalarca kere izlemişimdir bu filmi babaannemlerin evinde. Ayrıca sadece bir ziyaretimizde değil, kaydettikten sonraki bütün ziyaretlerimizde de izlemeye devam ettim. Bu sayede şu an bile filmdeki sahnelerin çoğunu ve bazı diyalogları hatırlıyorum, ama o zamanlar sanırım film içindeki bütün diyalogları baştan sona ezbere okuyabilirdim. Bu evde geçirdiğim zamanlardan hatırladığım bir diğer eşya ise dedemin kalın deri eldivenleri. Bir akrabamızın anlattığına göre benim film izleme ritüelim bu eldivenleri giymek, katalitik sobayı yakmak (aylardan Temmuz veya Ağustos olur genelde bu arada) ve filmi koyup izlemek şeklinde gerçekleşirmiş. Açıkçası, eldiveni kısa bir süre giydiğimi ve sobayı oyun olsun diye yakıp söndürdüğümü hatırlıyorum ama o şekilde bütün filmi izlediğimi hiç hatırlamıyorum. Burda kaldığım süre boyunca bana oyuncak vazifesi görmüş eşyalardan bir diğeri de dedemin dürbünüdür. Evin etrafı açıklık olmadığı için bakacak pek bir şey yoktu maalesef, ama yine de o yaşlarda canı sıkılan bir çocuk için oyuncak yerine geçmesini bildi o dürbün. Sonradan da buraya getirdim o dürbünü, o günlerin bir hatırası olarak duruyor. Bu evde, bu dönemde yaşanmış olaylardan son bir tanesini daha hatırlıyorum; o da banyo yaparken düşüp çenemi küvetin kenarına çarparak yarmam. Olayın meydana gelişinini ve acıyıp acımadığını pek hatırlamıyorum, ama dikiş atmak için hastaneye gittiğimizi net hatırlıyorum. Ayrıca bu olayın hatırası olarak da istediğim zaman ayna karşısına geçip bakabileceğim bir yara izi mevcut çenemin altında.
Antalya'da yapacaklarımızı yaptıktan sonra genelde Elmalı'ya geçerdik. O zamanlar Elmalı'ya gittiğimizde, elma bahçesi içindeki bağ evinde kalırdık. Şimdi babaannem kendine bir apartman dairesi aldı, elma bahçesi de erik ve armut bahçesine dönüştürüldü; ama bağ evi hala dimdik ayakta duruyor. İki katlı, alt katını kiraya verip üst katında oturduğumuz, meyve ağaçları ile çevrilmiş bir evdir bu. Arka tarafına bakan kocaman bir de terası vardır. Kiracılarımızdan kira bedeli olarak para yerine biz olmadığımız zamanlar bahçeye bakmalarını ve göz kulak olmalarını isterdik, hala da bu böyle. Tabii sonuç her zaman umduğumuz gibi olmazdı; bedavaya oturdukları gibi bahçeye de bakmayan, bakmak bir kenara bahçeye keçi salıp fidanlarımızı kurutan kiracılarımız da olmuştur. Sebebinden tam olarak emin değilim ama keçi bir fidanın yapraklarını yediği zaman o fidan genelde kuruyup gider. Hayvanın tükürüğünün fidanı zehirlemesi gibi bir durumun söz konusu olabileceğini söylemişti ziraat mühendisi bir tanıdığımız. Kiracılardan yana her zaman şanslı değildik ama bu anlattığım kiracılar oldukça yeniydi, küçüklüğümdeki kiracılar ile herhangi bir sorun yaşandığını zannetmiyorum; hatta bir yaz bu kiracıların benim yaşlarımdaki çocuğu ile oyunlar oynayarak epeyce bir vakit geçirdiğimizi hatırlıyorum. O kiracıların zamanında bahçe şimdikinden çok daha farklı, çok daha canlı bir yerdi; ağaçlara ilaveten tavuklarımız da vardı. Eve dönecek olursak, bizim kaldığımız katın teras dışında kalan bölümlerinin toplamı terasın büyüklüğünü çok az geçer herhalde, hatta kafa kafaya bile çıkabilir. Üst katın genişçe bir salonu, bir yatak odası, bir mutfağı ve iki tane tuvaleti vardır, biri yatak odasının içinde, öbürü salona açılan. Salonun bir kenarı da buzlu camlı kapı ile çevrilip bir oda haline getirilmiş, toplam oda sayısı ikiye çıkarılmıştır. Bu evin mutfağını severim, geniş, aydınlık ve ferahtır; ayrıca balkonu da vardır. Evin alt katı da benzer bir düzene sahiptir, yanlız alt katta sadece bir tane tuvalet vardır ve haliyle teras yoktur. Onun yerine üst kattaki terasın altına denk gelen büyük bir depo bulunur. Bu depoda bahçe aletleri, bahçede kullanılan gübre, ilaç ve benzeri ürünler, meyve koymak için sandıklar ve bir tane de alet masası bulunur. Ayrıca dedem sağlığında arabasını bu deponun içine park ederdi. Küçüklükten bir hatıram, bu deponun önüne keser ile aşağı yukarı iki karış derinliğinde bir çukur kazmam. Anlatılanlara göre dedem daha sonra bu çukuru görmemiş ve arabanın bir tekeri ile içine düşmüş. Neyse ki arabaya ciddi bir zarar gelmemişti. Bu deponun girişinin hemen önünde, esas evden ayrı bir de ufak kömürlük tarzı bir bölüm bulunur. Bu kömürlüğün içinde ateş yakılabilen bacalı bir bölme vardır, burada babaannem bize pek çok kereler odun ateşinde gözleme (ya da daha doğrusu katmer) ve yufka ekmeği pişirmiştir. En son bir kaç sene önce, annem ile gittiğimiz bir seferde diğer akrabaların da yardımı ile bu gözleme zevkini tekrar yaşayabildik. Bu kömürlük bölümü ayrıca kurban bayramlarında da kullanılırdı, içinde bulunan çeşmesinde etler ve aletler yıkanır, gene aynı ocakta odun ateşinde pişirilip yenirdi. Bu tabii ki dedem rahmetli olmadan önce böyleydi.
Elmalı'da yaşayan insanların kurban bayramı konusundaki tutku ve heveslerine başka hiç bir yerde tanık olmadım. Babaannem ve dedem her sene, hiç sektirmeden bayramın ilk günü kurbanlarını keser ve usule göre bir kısmını kendilerine alır, kalanını da eşe dosta ve ihtiyacı olanlara dağıtırlardı. Bayramın diğer günleri de akrabalara misafirliğe gidilirdi. Bu misafirlikler arasında en iyi hatırladığım şüphesiz babamın dayısının evine yapılan ziyaretlerdir. Babamın dayısı, Elmalı'nın ileri gelenlerinden biriydi, iyi tanınırdı. Evleri de Elmalı'nın çarşısına yakın bir sokakta bulunan, konak tipinde üç katlı ahşap bir binaydı. Uzak kuzenlerimden birinin anlattığına göre uzmanlar gelip bu evin mimarisini incelemişler, yapımında yöreye mahsus sedir ağaçlarının verniksiz kullanılmış olması dikkatlerini çekmiş. Gördüğünüz resim de bu evin bizzat bu kuzenim tarafından çekilmiş bir fotoğrafıdır, izin falan almadan kullandım ama bana bir şey demez herhalde. Ben de bu evi çok sever, bu evde vakit geçirmekten keyif alırım. Evin arka kısmında akrabalarımızın sebze meyve yetiştirmesine olanak veren ufak bir bahçe bulunur, kurbanlar da bu bahçede kesilirdi zaten. Bu evde yaşayan akrabalarımız, ki toplam ev nüfusu zaman zaman 10-15 kişiye kadar çıkmıştır çok rahat, kurban bayramına oldukça önem verirlerdi, evde yaşayan her birey için bir koç kesilirdi. Burda geçen, aile arasında anlatılıp durulan bir maceram da şu şekilde: Bu eve misafirliğe geldiğimiz bir sefer, gene kurban bayramı olması kuvvetle muhtemel, ben ortalardan kaybolurum. Bir süre sonra ev halkı telaşlanır, beni aramaya koyulurlar. Uzunca bir süre, evin içinde dışında nereye baksalar beni bulamazlar. En sonunda, evin hemen yanında bulunan, fotoğrafını gördüğünüz camide bulunurum. Fotoğrafı çeken gene aynı kuzenim. Bulunmamın sevincini yaşıyan aile üyeleri, bana "hafız" diyerek işi şakaya vururlar. O dönem kısa bir süre için adım "hafız" olarak kalır.
Babamın Finike'ye yerleşmesi sonrası hatıralarıma gelince geri dönmek üzere Elmalı'yı bırakıp Finike'ye geçiyorum. Babam buraya yerleşene kadar Finike'ye gittiğimiz sanırm iki veya üç keredir. Yanılmıyorsam dedem emekli olmadan önce Finike Devlet Hastanesi'nde görevde bulunmuş, babaannemle birlikte uzunca bir müddet Finike'de yaşamışlar. Babaannemin anlattığına göre dedem ile birlikte uzunca bir süre geçim sıkıntısı çekmiş, zorluklar içinde yaşamışlar. Ellerine ilk defa para geçince de bu Finike'deki üç katlı apartmanı yaptırmışlar. Bu evin yapıldığı sıralarda yaşanmış, dedemin dalgınlığı ile ilgili bir hikaye şöyle: Bir gece dedemi uyku tutmaz ve pijamaları ile yeni dökülmüş betonları sulamak üzere o sırada inşaat halinde olan bu binaya gelir. Kendini kaptırıp saatlerce betonları suladıktan sonra bir de bakar ki sabah olmuş, hava aydınlanmış. Üzerinde pijamalar olduğu için dışarı çıkamaz, inşaatta mahsur kalır. Yoldan geçen tanıdık bir çocuğu eve gönderip kıyafetlerini getirttirir ve ancak kıyafetleri geldiğinde eve geri dönebilir. Hikayenin tüm detaylarını hatırlamıyorum ama bu çocuğu bulana kadar epeyce bir müddet beklemek zorunda kalmış sanırım dedem inşaatta. Apartman tamamlanınca en üst kattaki teraslı dairede babaannem ve dedem kendileri oturmuşlar; giriş katında bulunan dükkanı dedem muayenehane olarak kullanmış, dairelerin kalanını da kiraya vermişler.
Finike'deki bu eve ailece ilk gittiğimizde eve uzunca bir müddet kimsenin uğramadığı belliydi. Bu evin de Elmalı'daki ev gibi, hatta daha büyük bir terası var. Finike'deki teras hem daha yüksekte olduğu için, hem de ucundan deniz gördüğü için bence Elmalı'daki terastan daha güzeldir. Tabii önünden cadde geçtiği için cadde gürültüsü olur biraz ama Finike büyük bir yerleşim yeri olmadığı için gürültü de dayanılmayacak boyutlara ulaşmaz hiç bir zaman. Elmalı'daki ev için teras neredeyse evin diğer kısımları kadar büyük demiştim, bu evde teras kesinlikle kapalı kısımlardan daha büyüktür; diğer kısımların yaklaşık iki katı falan vardır herhalde. Evin kapalı kısımlarında sadece bir tuvalet, ufak bir yatak odası ve salon var; salonun bir köşesinde de mutfak. Bu ev tam olarak terasa odaklı bir evdir, kapalı kısımlarına pek özen gösterilmemiştir. Evin o zamanki hali hakkında en net hatırladığım, terasta bulunan ufak süs havuzu. Tabii ki o yaşımda benim için süs havuzu ile yüzme havuzu arasında pek fark yoktu, sırf benim için bu havuzun doldurulduğunu ve içinde yüzdüğümü hatırlıyorum. Zaten o havuzun süs amacı ile doldurulduğunu da görmedim hiç. Bunun dışında bu evin eski hali ile ilgili hatırladığım fazla bir şey yok, bir tek geceleri sivrisineklerden ve nem oranından dolayı uyumakta zorluk çektiğimizi hatırlıyorum.
Uzunca bir süre ziyaretlerimiz bu şekilde devam etti. Yazlarımızın bir kısmı ve kurban bayramları, Antalya-Elmalı-Finike arasında dolaşarak geçti. Unutamadığım bir sefer ise Antalya dönüşünde normal yol yerine kıyı boyunca dolaşarak İstanbul'a döndüğümüz yaz. Klasik anlamda tatile çıkan bir aile değildik, sadece anlattığım gibi anneanne ve babaannemi ziyaret eder, akraba ziyaretinin yanına tatili de sıkıştırmaya çalışırdık. Bu kıyıyı dolaştığımız sefer ise gerçek anlamda bir tatil oldu. Antalya'dan çıkıp Fethiye, Dalaman, Marmaris, Datça, Bodrum ve aralardaki pek çok tatil yerini gezdik. Patara ve Ölüdeniz'e uğradığımızı hatırlıyorum. Her geçtiğimiz yerde bir pansiyon bulup bir veya en fazla iki gün kaldık. O zamanlar aşırı araba tutması yüzünden tatilin tadına pek varamamıştım, ama şimdi düşününce ne kadar güzel bir tatil yaptığımızı anlıyorum. Bu tatil boyunca arabada Madonna'nın "Like a Prayer" albümü ile Kenny Rogers'ın bir "Best Of" albümünü dinleyip durmuştuk; o yuzden uzunca bir süre bu albümleri, özellikle de Madonna'yı dinlediğimde, araba tutmasına benzer hisler oluşmuştu bünyemde. Bu durum hakkında insan vücudu garip bir şekilde işliyor demekten başka yapacak yorum bulamıyorum.
İlkokulun son senesinde, anadolu lisesi sınavlarına az bir müddet kala karaciğer problemleri yüzünden dedem vefat etti. Sınava hazırlık için FKM dershanesine gidiyordum o zamanlar. Annem ile babam işi gücü bırakıp apar topar cenazeye gittiler, ama derslerimden geri kalmamam için beni götürmediler. Kendi başıma kalamayacak kadar küçük olduğumdan babamın aynı zamanda ortağı olan bir doktor arkadaşı ve kocası bana göz kulak oldu. Babamın ortağının kocası diş hekimiydi ve muayenehaneleri de evlerindeydi, dolayısıyla benimle ilgilenen çoğunlukla o oldu. Beraber kaldığımız bir gün, çok büyük ihtimalle bir Cumartesi günü, öğle yemeği olarak evlerine oldukça yakın olan 7-Eleven'dan sosisli sandviç yemeye karar verdik. O zamanlar sosisli sandviç olsun, hamburger olsun, her türlü sağlıksız yiyeceğe bayılırdım. Ben sandviçleri alıp eve getirmek ile görevlendirildim. 7-Eleven'a ilk defa yanlız gidiyordum, daha önce hep annem veya başka bir büyük olmuştu yanımda. Dolayısıyla da hep yemeğime karışılmıştı, daha doğrusu sandviçlerimin içine neyi ne kadar koyduğuma karışılmıştı. Bu yanlızlıktan istifade sosisli sandviçime ketçabı alabildiği kadar doldurdum, haliyle de iğrenç oldu ve yiyemedim. Bir musibet bin nasihatten iyidir dedikleri bu olsa gerek, bir daha da böyle bir şey yapmadım. Hatta daha sonra yemeklere ketçap koymayı tamamen bıraktım, bu olayla bir ilgisi mi var bilmem.
Dedem vefat ettikten sonra ailecek Antalya'ya daha seyrek gider olduk, daha çok babaannem bize geldi. Bu şekilde önce ortaokul, sonra da lise bitti ve üniversitenin ilk yıllarında önce babam emekli oldu, sonra da annem ile ayrılmaya karar verdiler. Annem İstanbul'da benimle kaldı, babam ise Finike'deki evi tadilattan geçirip oraya yerleşti. Böylece de Antalya anılarımda ikinci dönem başlamış oldu.
Finike'ye babamı ilk ziyarete gittiğimde evi bayağı değişmiş buldum. Babam daireyi yaz kış oturulacak şekilde yeniden düzenlemiş. Banyodan mutfağa, salondan oturma odasına bütün evi elden geçirmiş, yeni beyaz eşyalar ve oturma grubu almış. Terasta da bazı değişiklikler olmuş, yeni fayanslar döşenmiş ve küçükken girip yüzdüğüm süs havuzu kaldırılmış. Bayağı uğraşmış babam bu daire ile, ama sonunda eskisine kıyasla çok daha güzel ve yaşanabilir bir daire ortaya çıkarmış. Ben de yaz tatillerimin büyük kısmını ve kurban bayramı ve dönem arası gibi uzun tatilleri burda babamı ziyaret ederek geçirdim. Tabii bir süre sonra her tatilde aynı yere gelmekten şikayet etmeye başladım ama şimdi babamla geçirdiğimiz bu zamanları çok özlüyorum. Babam İstanbul'dayken o kadar da fazla yakın değildik. Doğru dürüst oturup sohbet ettiğimiz, baba oğul beraber herhangi bir aktivitede bulunduğumuz pek görülmemiştir İstanbul’da. Finike'de ise benim bu ziyaretlerim sayesinde yakınlaşabilme olanağı bulduk.
Finike'ye geleceğim zaman babam beni Antalya'da karşılardı, bu sayede eğer babaannem Antalya'daysa onu da ziyaret edebilirdik. Ayrıca babaannemin bize verdiği yemekler sayesinde Finike'ye döndükten sonra en az üç gün boyunca yiyecek konusunda bir şey yapmamıza gerek kalmazdı. Daha sonra da duruma göre kimi zaman ben bir şeyler pişirmeye çalırdım, kimi zaman da dışarda yerdik yemeklerimizi. Finike ve genel olarak Antalya yöresinin tahinli piyazı meşhurdur, şiş köfte ile mükemmel gider. Bu yüzden Finike'ye her gittiğimde mutlaka evin hemen karşısındaki köftecide bir şiş köfte-piyaz ziyafeti çekerdik. Elmalı'dan bahsederken söylemedim ama Elmalı'nın tahinli piyazı ve şiş köftesi de çok güzeldir. Bunun dışında pide, mantı, gözleme yediğimiz olurdu; nadiren de alabalık yemeye giderdik. Gittiğimiz mantıcının resmini buldum; daha doğrusu mantıcı ile aynı sıradaki dükkanların resmi bu, mantıcı biraz daha geride kalıyor sanırım.
Finike'de babamla kalırken günlerimiz genelde sakin geçerdi. Babam briç oynamayı çok severdi, o yüzden sık sık arkadaşları ile briç oynamaya giderdi. Ben de duruma göre bazen babamla gidip oyunu seyreder, bazen de evde kalıp televizyon seyreder veya bilgisayar oynardım. Bir keresinde babamın terasa gerdiği hamağa yayılıp bir hafta içinde Diablo romanlarının üçünü birden bitirmiştim, çok zevkliydi. Bunlar dışında babam bir arkadaşından ufak bir fiber tekne satın almıştı, arada sırada beraber balığa çıkardık bu tekne ile. Amerikan filmlerinde en klasik baba oğul aktivitesi evin bahçesinde beyzbol topu ile oynamaktır, ikinci sırada da balığa çıkmak gelir. Babamla bu balığa çıkma aktivitesini gerçekleştirebildik, ama en klasik Türk baba oğul aktivitesi olan karşılıklı rakı içmeyi maalesef hiç gerçekleştiremedik. Akşam vakti olunca da ya televizyonda izleyecek ilginç bir şeyler bulmaya çalışırdık ya da bilgisayarların başına geçip oyalanırdık. Ara sıra akşam serinliğinde yürüyüşe çıktığımız da olurdu. Finike'nin ortasından geçen çay boyunca yürüyerek sahile varır, ordan da marinaya giderdik. Resimde gördüğünüz dalgakıranın en uç kısmında bir deniz feneri vardır, oraya kadar giderdik. Bu resimde kenarından gördüğünüz otoyol aslında marinanın bir 20-30 metre yükseğinden gider, resimde görülen çatılardan anlayabilirsiniz bunu. Gidişte genelde aşağıdan, sahil kenarından yürürdük; dönüşte ise geldiğimiz yoldan geri döndüğümüz gibi manzaraya yüksekten bakmak için bu resimde görülen yolun kenarından yürüdüğümüz de olurdu. Tabii ki yürürken bir taraftan da sohbet ederdik ama hangi konulardan konuşurduk hiç hatırlamıyorum. Benim okulumdan, okulu bitirdikten sonra yapmak istediklerimden ve babamın gerçekleştirmeyi düşündüğü projelerden bahsetmişizdir kesin. Yürüyüşün sonunda da mükâfat olarak bir külah dondurma beklerdi bizi genelde.
Babam bir süre sonra emekliliğin verdiği boş zamanı değerlendirmenin yollarını aramaya başladı. İstanbul'da çok çalışmaktan yorulmuştu, ama çalışmamaya da en fazla bir kaç ay falan dayanabildi. İlk elini attığı iş Elmalı'da dedemin vefatından beri pek ilgilenilmeyen elma bahçesini ve çocukluğuma dair bir çok anıya ev sahipliği yapmış bağ evini elden geçirmek oldu. Bu evin üst katını da Finike'deki daire gibi yeniledi, hatta taban döşemesi yapılırken ben de ordaydım. Bu eve bir de "ördek sobası" denen tipte bir soba aldı. Soba, kuzine ve şömine gibi ateşli ısınma yöntemlerine bayılan bir insan olduğum için bir keresinde kışın ortasında hiç lüzum yokken ikna etmiştim babamı Elmalı'ya gitmeye, maksat sobayı yakmak. Hatta sanayiden maşa, ızgara gibi gerekli alet edevatı alıp bu sobada odun alevinde sucuk pişirip sucuk ekmek yemiştik, babamın bu tipte sobayı tercih etmesinin nedenini de bu sayede öğrenmiştim.
Bahçedeki değişikliklere gelince, babam kurumuş elma ağaçlarının yerine erik fidanları diktirerek işe başladı. Gene babaanneme ait ama Elmalı'nın daha içerlerinde bir yerlerde bulunan bir başka tarlaya da kiraz fidanları diktirdi. Tabii bahçe işleri sadece fidanı dikmekle kalmıyor; sulama sistemlerinin döşenmesi, artezyen kuyusunun açılması, bahçede çalışacak işçilerin bulunması gibi pek çok işle uğraştı. (Yanlız bu artezyen kuyusu meselesi babam rahmetli olduktan sonra başımızı ağrıttı. Maalesef kuyuyu açan adam yasal formaliteleri yerine getirmediği için kuyumuz kaçak konumuna düştü, sonradan da kuyu kaçak diye sanayi elektriği almamıza izin vermediler. Kuyuyu kaçak statüsünden çıkarıp yasal hale sokana kadar bin bir dereden su getirdik.) Tadilatlar bitip fidanlar dikildikten sonra evin alt katına önceden bahsettiğim gibi bahçeye bakma karşılığında ücretsiz oturacak kiracılar bulundu, ama maalesef bu kiracıların bahçeye ve eve bayağı zararları dokundu; fidanların yapraklarını keçilere yedirme meselesinden tutun da evin içinde ısınmak için araba lastiği yakıp duvarların boyasını mahvetmeye kadar. Babam da en sonunda bağıra çağıra kovdu bu kiracıları evden. Daha önce babamın bana sinirlenip bağırdığı çok olmuştu, annem ile münakaşa ettiklerinde de sesler yükselirdi; ama babamın bir yabancıya bu şekilde bağırdığına ilk defa tanık oldum. Sinirlendiği mesele de kendi malına hasar gelmesinden çok kiracıların sorumsuz ve lakayıt tavırları. Bu kiracılar kovulduktan sonra alt daire bir süre boş durdu, daha sonra da babam burada da kendimiz otururuz diye gene tadilata girişti. "Bu tadilat işlerine de iyi alıştın" diye takılmıştım babama. Babam rahmetli olduktan sonra da bu alt daireye tekrar kiracı bulundu, ama bu sefer memnun kaldık kiracımızdan. Halen de ayni aile oturuyor olması lazım bu alt katta. Her ne kadar babam fidanların büyüdüğünü göremese de ağaçlardan meyve almaya başladık. Babaannemin dediğine göre işçisi, ziraat mühendisi, ilacı gübresi gibi her türlü masrafı düştükten sonra kalan para uğraştığımıza bile değecek bir para değilmiş; ama babamın hatırasından dolayı ne babaannem ne de ben bahçelerin satılmasına veya ağaçların sökülmesine sıcak bakmıyoruz.
Bahçe babamı herhalde bir sene kadar falan meşgul tutmuştur, ama bu bahçe işinde bir kere altyapı kurulduktan sonra sulama ve ilaçlama gibi rutin işler dışında pek bir şey yapmaya gerek kalmıyor. Dolayısı ile babam tekrar kendine bir meşgale aramaya başladı ve sonunda plastik kapı ve pencere doğrama, ya da halk arasında bilinen ismi ile “Pimapen” işine girmeye karar verdi. Vaktiyle Finike'deki dairenin panjurlarını yapan usta ile ortak olarak giriştiler bu işe, hatta ciddi ciddi ilk defa oturup bu işi konuştuklarında ben de yanlarındaydım. İş bir kere kafalara yattıktan sonra Adopen'den bayilik alındı, makineler alınıp ustanın atölyesine yerleştirildi, fabrikadan mal getirmek ve hazır pencereleri müşterilere götürmek amacı ile bir kamyonet alındı, bir de pencere işinde çalışacak eleman tutuldu. Tabii ki bütün bunlar ben İstanbul'dayken oldu, Finike'ye tekrar gittiğimde işi oturmuş bir vaziyette buldum, pek çok siparişi yetiştirmeye çalışıyorlardı. Babamın ortağının esas işi panjur üzerineydi, atölyedeki aletlerin çoğu da bu iş ile ilgiliydi. Pencere işi bu panjur işine bir ilave olmuş oldu. Babam da işin sadece pencere kısmına ortaktı, panjur ile ilgili işler tamamen ortağa aitti.
Babam altyapı kurulduktan sonra elinden geldiği kadar işlere yardımcı olmaya da çalıştı. Mesela bir kere babamla Antalya'daki fabrikaya gidip mal aldık. Onun dışında reklam toteminin hazırlanması ve dikilmesi gibi işlerle de bayağı bir uğraştığını hatırlıyorum. Hazır bu iş kurulmuşken ve hazır babam da kendi evlerini tadilattan geçirip duruyorken Elmalı'daki bağ evinin ve babaannemin Antalya ve Elmalı'daki dairelerinin pencereleri de yenilendi. Elmalı'daki evlerin pencereleri yenilenirken ben de ordaydım, hatta pencerenin ham maddeden montaja kadar geçtiği tüm aşamalara da tanıklık etme fırsatı buldum. Kimi aşamalarda ustalara yardım etmeye de çalıştım. İşlerin bitmesinden ve benim İstanbul'a dönmemden sonra babamla konuştuğumda babam işlerin yoğunluğundan ve siparişlere yetişememekten şikayet etti. Ortağın atölyesinin panjur ve pencere işlerinin ikisine birden küçük geldiğini, dolayısıyla organize sanayi bölgesine taşınmayı düşündüklerini söyledi. Bu taşınma laflarının döndüğü sıralar babam bir anda kendi payını ortağına satıp işten çekildi. Sebebini sorduğumda ne söylediğini hatırlamıyorum. Toplamda bu işten ne kadar para kazandığını sorduğumda bir miktar kar ettiklerini ama bu işe yatırım için harcanan parayı bankaya koymuş olsa gelecek faizden daha fazla bir miktar kazanmadıklarını söylemişti. Babamın derdi zaten hiç bir zaman para kazanmak olmadığı için bu girişim babamın esnaflığın tadına baktığı bir macera olarak anılarda yerini aldı, bir de tabii babaannemin evlerinin pencereleri yanımıza kar kaldı. Babamın ortağı daha sonra ne yaptı hiç bilmiyorum; iş batmış da olabilir, çuvalla para getiriyor da olabilir, iki durum da beni şaşırtmaz açıkçası.
Babamın bu pencere macerasından sonra bir muayenehane açarak esas mesleği doktorluğa geri dönmek şeklinde son bir girişimi daha oldu. Muayenehane deyince doğal olarak akla hastaların gelip muayene olduğu bir müessese geliyor ama babamın branşı patoloji olduğu için hastaların kendisi ile fazla bir diyaloğu olmazdı, işlemlerden önce ve sonra hastalarla konuşurdu sadece. O yüzden muayenehane yerine laboratuvar demek daha doğru olurdu sanırım, ama hem babam hem de ailenin diğer fertleri her zaman muayenehane diye hitap etmişizdir bu oluşumlara.
Finike’deki apartmanın giriş katındaki dükkanlar ve üçüncü katı kiradaydı, ama ikinci kat boş duruyordu. Bu üç kiracının her biri daha o zamanlar bile 10 seneden fazla süredir kiracılarımızdı, ama bu ikinci katta kalıcı bir kiracımız olduğunu hiç hatırlamıyorum. Ara sıra babamın buraya kiracı bulduğu olmuştu, mesela bir ara bir İhlas Sigorta acentasına kiraya verildiğini hatırlıyorum bu dairenin, ama bunlardan hiç biri sürekli olmadı. Babam da burayı muayenehaneye çevirerek hem boş duran daireyi değerlendirmiş oldu, hem de kendisini meşgul tutacak bir iş ortaya çıktı. Hemen mikroskop, mikroskop camları (ki lam ve lamel denir, bulmacalarda çok sorarlar); alkol, eter, ksilol gibi kimyasallar ve diğer gerekli malzemeler alınarak hazırlıklar tamamlandı ve çok fazla vakit geçmeden de muayenehane hizmete açıldı.
Finike babamın branşında özel muayenehane için müşteri potansiyeli yüksek bir bölge değildi, ama zaten babamın derdi bir önceki pencere işinde olduğu gibi para kazanmak değildi. Kendisi bir şekilde meşgul olsun, Finike’de bir patoloji laboratuvarı hizmet versin, bir de bir kişiye bile olsa bir iş olanağı açılsın diye bu işe girişmişti. Pek çok arkadaşı kendisine muayenehaneyi Finike’de değil de Finike’nin hemen yanında bulunan ve daha kalabalık bir yerleşim yeri olan Kumluca’da açsa daha çok müşteri bulabileceğini söylemişti ama babam bahsettiğim sebepleri öne sürerek muayenehaneyi Finike’den başka bir yerde açmaya en ufak bir niyeti olmadığını açıkça belirtti. Ayrıca yeri geldiğinde Finike'ye yerleşmeden önce İstanbul’da işlettiği muayenehanesinin Kumluca’dan da kat kat daha fazla müşteri potansiyeline sahip olduğunu hatırlatırdı. Muayenehane, aşağı yukarı benim üniversitedeki son senemde veya mezun olduktan sonraki ilk senede açıldı. Bu şekilde hatırlıyorum, çünkü akşamları muayenehanede Amerika’da yüksek lisans eğitimi için girilen "Graduate Record Examination" (GRE) sınavına çalışırdım. Hem sesiz olduğu, hem de dikkat dağıtıcı hiç bir şey bulunmadığı için buraya inerdim.
Babam muayenehanede çalışmak üzere bir de sekreter işe aldı, böylece bir kişiye bile olsa iş imkanı sunma hedefi gerçekleşmiş oldu. İşin tek kötü tarafı, Finike küçük bir yer olduğu için insan kaynakları da oldukça kısıtlı oluyordu; daha önce tıp sektöründe tecrübesi olan bir sekreter bulmak zaten bir hayaldi, ama bu sekreter sanırım tüm işyerleri için ortak olan konularda bile pek performans gösteremiyordu. Her şey zamanla düzelir şeklinde düşünerek babam bu sekreterle çalışmaya devam etti. Toplamda muayenehane ne kadar süre açık kaldı hiç hatırlamıyorum, ama bir iki sene içinde bu muayenehaneyi de kapatmaya karar verdi babam. Sebebini sorduğumda uğraştığına değmediğini, yukarda bahsi geçen amaçların hiç birine ulaşamadığını söylemişti. Tabii ki İstanbul’daki kadar iş yapmayı beklemiyordu ama en azından masrafları çıkaracak kadar iş yapması lazım bir müessesenin açık kalabilmesi için. Sekreter de kendini geliştirme adına bir etkinlik gösteremeyince muayenehanenin açık kalması için bir sebep kalmamış oldu ortada. Eşyalar toparlanıp kutulara kondu ve bu daire de tekrardan boşaltıldı. Gerçi çok geçmeden üçüncü kattaki kiracımız müşterilerine bekleme salonu olarak kullanmak üzere bu daireyi de tuttu. Babam rahmetli olduktan sonra işe atılmaya çalışan genç bir doktor bulup mikroskobu bağışladık. Babamın kitapları da başka bir yere bağışlandı, Antalya Üniversitesi Tıp Fakültesi Kütüphanesi olabilir. Muayenehanenin diğer eşyaları ve malzemeleri ne oldu hiç bilmiyorum.
Babam bademciklerinde çıkan nadir görülür bir kanser vakası sebebiyle rahmetli oldu. 2007 senesiydi, ben doktoraya başlayalı bir sene bile dolmamıştı. Kanser tehşisi ben daha Türkiye'deyken konmuştu, hatta kendi tehşisini koymuştu babam. Hayatı boyunca kaç tane vakaya bakmış kaç tane kanser tehşisi koymuştur kim bilir, ama en son koyduğu tehşis kendisininki oldu. Çok ciddi bir ameliyat geçirip ağır bir kemoterapi ve radyoterapi tedavisine girdi. Hastalık başka bir bölgede ortaya çıksa belki sonradan toparlanırdı, ama ameliyat sonrası boğaz bölgesinde meydana gelen tahriş nedeni ile yemek yiyemez hale geldi ve oldukça zayıf düştü. Durumu ciddiydi, ama ben her zaman toparlanıp eninde sonunda eski gücüne kavuşacağını düşünüyordum. Annemle telefonda konuştuğumuz bir sefer babamın yoğun bakıma kaldırıldığını söyledi, ilk defa o zaman endişelenmeye başladım. Apar topar Türkiye'ye gittim, yoğun bakımda bir kere görebilme imkanım oldu kendisini. İyi ki gitmişim.
Babam rahmetli olduktan sonra bu evlere bir kaç kez daha gittim. İlki sanırım aynı yaz annem ve teyzem ile gittiğimiz sefer. Babaannem, teyzem, annem ve ben Elmalı'daki bağ evinde kaldık. Bu ziyaretin en aklımda kalan kısmı bahçenin kenarlarında bulunan kayısı ağaçlarından kayısıları toplayıp evin damında güneşe sererek kurutmamızdır kesinlikle. Teyzem döndükten sonra annem ile birlikte Finike'deki eve de gittik. Amerika’dan ne zaman döneceğim belli olmadığı için bu eve uzunca bir süre kimse uğramayacakmış gibi düzen verdik. Daha sonra bir kere babaannem ile, bir kere uzaktan bir akraba ile ve en son da o zamanki kız arkadaşım ile tekrar gittik Finike'deki eve. Her seferinde ya aynı gün döndük, ya da en fazla bir gece yattık. Bir ara buraya gidip bütün eşyaları bir gözden geçirmem ve atılacakları atıp kullanılacakları ayrımam gerekiyor, ama kim bilir ne zaman fırsatım olacak.
Antalya, Elmalı ve Finike hakkında söylemek istediklerim bunlardan ibaret. Bu üç evde yaşanmış daha pek çok olay, pek çok hatıra var anlatacak ama hepsini anlatmaya kalkarsam kitap falan yazmam gerekir herhalde. Geri kalan hatıraları da başka yazıların arasına sıkıştırırız artık. Bu yazıyı yazmaya aylar önce başlamıştım ama bitirmesi şu güne kadar sürdü. Sanırım bir süre yeni yazı yazmak yerine daha önce yazdıklarıma geri dönerek hataları düzeltip eksikleri gidereceğim. Ondan sonra yazacağim yazıda ise sizleri çok ama çok uzaklara götürmeyi planlıyorum. O zamana kadar hoşçakalın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder